The Crown 2. Sezon Bölüm Yorumlarım

Herkese yeniden merhaba! Bugün sizlerle Netflix'in oldukça meşhur dizilerinden biri olan The Crown'un ikinci sezonu hakkında konuşacağız.
Geçen sene aralık ayında ilk sezonuyla harika bir başarı yakalamıştı The Crown. Oyuncu kadrosunun karakterlerin bütün duygularını bize hissettirmesiydi belki de bu başarının kaynağı. John Lithgow'un Winston Churchill'i adeta yaşaması, Claire Foy'un Kraliçe'ye olan fiziksel benzerliği ve Kraliçe olmanın zorluklarını yaşayan genç bir kadının ruhsal durumunu bakışlarıyla bize anlatabilmesi... The Crown'u başarılı kılan birçok unsur vardı bana göre. Tarihi bir dizide görmeyi beklediğim her şey bir dizide toplanmıştı ve ilgilendiği dönemde ilgimi çekmeye yetmişti. İlk sezon yer yer durağan bölümlere sahip olsa da birçok bölümü ve sahnesi aklıma geldikçe hayranlığım hala artıyor.
İkinci sezon için şahsen beklentim çok yüksekti. Dizi birçok ödüle layık görülmüştü ve izleyici gerçekten çok beğenmişti. Bu motivasyonla harika bir sezon çıkartacaklarından emindim. Ama ben bile bu kadarını tahmin etmemiştim. İlk fragmanı izlediğimde 8 Aralık için gerçekten çok fazla heyecanlanmıştım. Kraliçe'nin artık daha olgun olması, görevini yerine getirmesinde ona kolaylıklar sağlarken, kocası, kız kardeşi ve değişen dünyaya ayak uydurabilmesi onu hala zorluyordu.
8 Aralık geldi, sezon Netflix'te izleyiciye açıldı ve hemen izlemeye başladım. Sezonu bitirmem aslında en fazla üç günümü alacaktı eğer ilk gün izlediğim tempoda izlemeye devam etseydim. Ama biraz daha sindirerek izlemek istedim. Bu yüzden de sezon birkaç gün önce bitti. Ama sekizinci bölümü sanırım üç veya dört kez izledim.
İlk üç bölüm enfesti. Bölümler genel anlamda Elizabeth ve Philip için harika bir kırılma noktasıydı. Bir şekilde yine bize tacı takmanın bir lütuf değil büyük bir lanet olduğunu gösterdiler denebilir. Kraliçelik görevinin her zaman ilk sırada önem taşımak zorunda olduğunu, tıpkı ilk sezonda söylendiği gibi anlattılar diyebilirim.
Dördüncü bölüm, Prenses Margaret odaklıydı. Kraliyet ailesinde olmanın zorluğunu en çok yaşayan kişi olarak izledik ilk sezondan beri. Bu durum elbette bu sezonda da değişmedi. Ancak kendisini heyecanlandıran, ona asla prenses gibi davranmayan bir adamın hayatına girişini izledik: Anthony Armstrong-Jones. Dördüncü bölümde, ilk tanışmaları ve Prenses'in doğum günü fotoğrafının çekilme sahnesi gerçekten güzeldi. Ancak ikilinin ilişkisinin ağırlıklı olarak anlatıldığı diğer bir bölüm olan yedinci bölümde ilişkilerinin bize anlatılan Margaret düşünüldüğünde onun için mükemmel olmadığını hissettirdi bana. Margaret'ın yalnızca evlenmiş olmak için bu yola girdiği ve Tony'nin de kendi çıkarlarını gözettiği aşikardı. Yine de oynayan oyuncuların kimyası düşünüldüğünde sahnelerini izlemek güzeldi.


Sezonun bana göre en iyi bölümüne geldik: beşinci bölüm. Kraliçe'nin yaptığı duyarsız bir konuşma üzerine yazılan bir eleştirinin hem halkta hem de Kraliçe'de ve Saray'da yarattığı etkiyi izledik. Bu bölüm neden en iyi bölümdü çünkü iki sezon dahil olmak üzere Elizabeth'in Kraliçe olarak rolünü ve dışardan görüldüğü kadarıyla kişiliğini oldukça iyi anlattıkları bir bölümdü. Monarşinin halkta yaratmasını istedikleri etkinin artık bu çağa uygun olmadığı ve bazı değişikliklerin gerekli olduğu anlatıldı. Biraz eski kafalı ve eleştiriye kapalı görünen Kraliçe'nin, eleştiriyi yapan Lord Altrincham'la görüşmesi bölümün en güzel sahnesiydi. Ayrıca bu bölümdeki mimikleri, yüz ifadesi ve bütün bu paragrafı yazmamı sağlayacak derecede duygularını hissettirebilmiş olduğu için de lütfen Claire Foy'a bu sene bir Emmy! Ayrıca bu bölüm Kraliçe'nin ilk kez televizyonda yayınlanan yeni yıl mesajını da içeriyor. Gerçekten birebir aynı konuşmayı mı aldılar diye düşünerek youtube'dan orijinal videoyu arattım. Gerçekten de orijinal metnin neredeyse aynısı. Yalnızca dizideki daha kısa. Ama Kraliçe'nin hareketleri, elbette ki kıyafeti birebirdi.
Altıncı bölüme durağan bir bölüm olacak herhalde düşünceleriyle başladım çünkü önceki bölümler fazlasıyla hareketli, önemli kırılma noktalarını ve tarihi anları ele almıştı. Bu yüzden de ilk sezondaki gibi araya daha sakin geçen bölümler ekleyeceklerini düşünüyordum. Altıncı bölüm beni bu konuda yanılttı. Oldukça dolu dolu ve tarihi yansıtan bir bölümdü. 2. Dünya Savaşı yıllarına ve Windsor hanedanının sevilmeyen üyelerine döndü kameralar. Bölüm güzeldi ancak asıl etkileyici tarafı bölümde bahsedilen olayın fotoğraflarının en sonda gösterilmesiydi.


Ve geldik izleyen herkesin favori olarak gösterdiği sekizinci bölüme. Kennedy'ler ve Kraliyet ailesi! Döneminin en ünlü iki kadını bu bölümde yan yana geliyor ve birbirlerine ilham kaynağı oluyorlar denebilir. Jackie Kennedy, hayatını Natalie Portman'ın onu canlandırmasından sonra okuduğum ve hayran kaldığımı söyleyebileceğim bir kadın. Zaten dönemin toplumu da ona yeterince hayranmış. The Crown'da da Kraliçe'nin bu hayranlığa biraz kıskançlık düzeyinde sahip olduğunu görüyoruz. Kraliçe olmasına karşın Jackie kadar devletlerarası meselelerde rol oynayamamak canını sıkıyor ve tam da bu sırada patlak veren bir devlet meselesini Jackie Kennedy'den ilham alarak çözmeye çalışıyor; danışmanları ve diğer herkes ona tam tersini söylese de. Bölüm gerçekten harikaydı. Elizabeth ve Jackie'nin konuştuğu sahneyi aklımdan silemiyorum gerçekten çok başarılıydı. Gana'daki sahnelere söyleyecek söz yok diyebilirim. Claire Foy'a hayran kaldığım bölümlerden biriydi. Natalie Portman'ın Jackie'sinden sonra buradaki halini beğenmem diye çok korksam da dizideki halini de çok beğendim, oyuncu seçimi gerçekten başarılıydı.
Dokuzuncu bölümde Prens Philip'in geçmişine döndük. Okul yılları, ablasının ölümü, onun daha güçlü birisi haline gelmesi... Hikayesi oldukça başarılı bir biçimde anlatılmıştı. Matt Smith, Prens Philip rolünde çok başarılı bir iş çıkarsa da asıl dönüm noktası anları gençliğinde yaşamış ve bu anları anlatabilmek çok önemliydi bence. Gençliğini oynayan oyuncu kelimenin tam anlamıyla muazzamdı. Oyuncu seçimi bu kadar iyi olmasaydı bölümden kesinlikle bu kadar keyif almazdım.
Sezon finaline geldik. Tıpkı sezonu açtığımız gibi kapanışta da Elizabeth ve Philip'in özel hayatına yoğunlaşılmıştı. Başbakan Harold Macmillan'ın ve Elizabeth'in arasında dialoglar, en sondaki Elizabeth ve Philip'in artık sorunlarını büyük ölçüde çözmelerine neden olan konuşmalar... Oldukça güzel bir sezon finali izlediğimizi düşünüyorum. Özellikle gelecek sezonda bu kadronun olmayacağını düşünürsek en sondaki bütün kadronun fotoğrafının çekildiği sahne güzel bir bitiriş olmuş. Claire Foy'un Elizabeth'ini ve Matt Smith'in Philip'ini özleyecek olsam da -ve değişim kararına sinir olsam da- izleyiciyi hayal kırıklığına uğratmayacak seçimler yapılacağından eminim.
Yorumlarım bu şekildeydi. Biliyorum uzun oldu eğer okuduysanız gerçekten çok teşekkür ederim. İlk sezon için bu şekilde bir yorum yazamamamın acısını çıkartmış gibi oldum. The Crown benim en en favori dizilerimden birisi. Gelecek sezona kadar ikinci sezonu binlerce kez izleyeceğimden eminim. Umarım sizlerde en az benim kadar bu diziyi sevmişsinizdir. Ya da bu upuzun yazıdan sonra 'Herhalde bu dizide güzel bir şeyler vardır, bu kadar uzun yazdığına göre' diye düşünüp izlemeye başlarsınız. Unutmadan dizinin soundtrackını dinlemenizi de öneririm. İkinci sezonunkini çok fazla beğenmesem de ilk sezonunki hala ders çalışırken en çok dinlediğim şey olabilir.
Daha da uzatmamalıyım bence. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Başka bir yazıda görüşmek üzere!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dikenler ve Güller Sarayı & Sis ve Öfke Sarayı / Sarah J. Maas Kitap Yorumum

Gümüş Alevler Sarayı | Sarah J. Maas Kitap Yorumum

1984 / George Orwell Kitap Yorumum + Çokça Alıntı